25 Eylül Cumartesi günü sabah erken kalktım. Ben de hava durumuna baktım ne yağmurlu ne de çok sıcak görünüyordu. Bu fırsat bir daha ayağıma gelmez belki düşüncesiyle Adaları gezmek için hazırlık yapmaya başladım. Aslında aylar önce yani yazın başında adaları gezmeyi planlıyordum. Hatta o zaman yaptığım plan şöyleydi: Her hafta cumartesi günü bir adayı gezeceğim. Ama erken kalkamamam, hava durumu, başka işlerimin olması gibi durumlardan dolayı bir türlü bu aktiviteyi hayata geçiremedim. Ama bu cumartesi günü fazla düşünüp plan yapmadan çıktım evden atladım metroya adalara doğru yola çıktım.
Evden çıkmadan önce ilk olarak Büyükada’ya gitmeye karar verdim. En kötü ihtimalle adanın etrafını gezerek ormanın ve sahilin kenarında doğa yürüyüşü yapıp gelirim düşüncesindeydim. Sonrasında Google Haritalar’dan Büyükada’ya nasıl gidebileceğime baktım. Büyükada’ya kadar olan yol şu şekildeydi: Evden çıktım Yenikapı’ya kadar Metro ile gittim. Sonrasında Marmaray’a bindim ve Bostancı’da indim. Bir kaç dakika yürüyerek Bostancı iskelesine gittim, 12:30’da Büyükada ve Heybeliada vapuru varmış. Yarım saat önce gelmişim o yüzden biraz oyalandım etrafta. 12:15 gibi vapura bindim. Vapur yolculuğum 35 dakika gibi sürdü. Aşağı yukarı 13:00 gibi Büyükada’ya vardım.
Vapurda kafamda ilk başta iskelenin oraları yani yerleşim yerlerinin arasında görülmeye değer şeyleri gezerim düşüncem vardı. Ama indiğimde iskeleye yakın yerler acayip kalabalıktı. Ben de fikrimi değiştirerek bir an önce kalabalıktan çıkıp adanın etrafını yürüyerek gezmeye başladım.
İlk olarak sağım ve solum ahşap köşklerle, villalarla doluydu. Kendimi İtalya’daymış gibi hissettirdi bu beni. Yürümeye devam ettim. Biraz sonra evler seyrekleşti. Denize doğru baktığımda Sedef Adası görünüyordu. Biraz daha yürüdüğümde evler iyice seyrekleşti. Hatta adanın iç tarafında orman başladı. Yürümeye devam ettiğimde Adalar Müzesi isminde bir müze denk geldi ama girmedim. Biraz sonra Rum Ortodoks Kabristanı’nı gördüm. Hemen yanında da Katolik Kabristanı vardı. Tahminime göre Osmanlı’nın son zamanlarında Türkiye’ye yerleşen ticaretle uğraşan İtalyan ve Fransızlardan kalma bir mezarlıktı.
Artık iki yanımda da orman vardı. Ama bu fazla uzun sürmedi. Bir süre sonra denizden tarafta at ahırlarını gördüm. Adanın etrafını dolaşmaya başladıktan sonra ilk başta sadece elektrikli araç kullanan kişileri ve bir kaç tane bisiklet süren görüyordum. Ormanlık alana geldikten sonra da tek tük bisiklet sürenleri gördüm. Benim gibi yürüyerek adayı dolaşan sadece bir kaç kişi gördüm gezim sırasında. Bunlardan biri de at ahırlarının orada gördüğüm kırklı veya ellili yaşlarındaki bir çiftti. Adamın ayağına bir şey olmuş olacak ki benim önümde yürürlerken durdular ve yolun kenarına oturdular. Adam ayakkabısını çıkardı filan. Neyse ben de bu sırada hem gölge hem de manzarası güzel olan ve oturabileceğim bir bulup biraz dinlenmem gerektiğine karar verdim ama uzun bir süre sonra bulabildim. Google Haritalar’da Viranbağ Plajı yazan yerin oraya gelene kadar aradığım özelliklerde dinlenebileceğim bir yer bulamadım.
Bu arada denizde gördüğüm manzara da değişti. İlk başta Sedef Adası’nı görüyordum. Sonra Tavşan Adası’nı görmeye başladım. En sonunda da mola verdiğim yerde Yassı Ada ve Sivri Ada’yı görüyordum. Bu arada bitki örtüsünde de ufak tefek değişiklikler oldu. Adanın güneyine indikçe zeytin ve diğer makiler çoğaldı. Yassı Ada ve Sivri Ada’yı seyrederek biraz dinlendim. Sonrasında yoluma devam ettim. Normalde ormanların içinden giderek Aya Yorgi kilisesine gitmeyi düşünüyordum. Ama ormanın içinden geçen yolları kapatmışlar. Ben de sahili takip etmeye devam ettim. Bu kez denize doğru baktığımda manzaram Heybeli Ada’ydı.
Yolu takip ederek adanın tam ortasındaki yolların kesiştiği bir kavşağa geldim. Burası da kalabalıktı. Sonrasında Aya Yorgi Kilisesine doğru dik bir yokuşu çıktım. Bu yokuş beni biraz zorladı. Terlememe de neden oldu. Zaten adanın etrafının 3/4’ünü hali hazırda yürümüştüm bir de üzerine burası beni yordu. Tepeye ulaştığımda ilk olarak kiliseyi dışardan biraz gözlemledim. Sonrasında Heybeli Ada tarafındaki kayalıklarda dolaştım biraz. Bir kaç tane fotoğraf çektim. Sonrasında biraz da burada dinlendim. Terin soğuyana kadar bekledikten sonra tekrar kilisenin önüne geldim. Baktım millet kilisenin içine giriyor. Ben de girdim. Küçücük bir yerdi zaten hızlıca içerisini gezip çıktım. Kilisenin tavanı güzeldi ama rölyef resimleri hiç beğenmedim. Kiliseden çıkarak çıktığım yolu geri indim.
Son olarak görmek istediğim bir yer daha vardı. Google Haritalarda Dilburnu Tabiat Parkı yazan burun. Belki burunun en ucunda güzel bir manzara olur diye gitmek istiyordum. Ama aynı zamanda mesire alanıymış ve kalabalığa girmek istemedim. Bu yüzden kapısının yanından geçerek başladığım yere doğru yürümeye devam ettim.
Kısa bir süre sonra tekrar evlerin arasında buldum kendimi. Görmeye değebilecek bir yer kalmış mı diye Google Haritaları kontrol ettim. Sadece San Pacifico Latin Katolik Kilisesi dikkatimi çekti. Güzergahımı orasının önünden geçecek şekilde ayarladım. Ama dışarıdan çok da görmeye değer bir yer değilmiş. Sonrasında ise vapur iskelesine geri döndüm. Bu paragrafta anlattığım bölümünü (yani adanın kuzey batısını) gezerken çok güzel mimariye sahip evlere denk geldim.
İskeleye vardığımda vapurun kalmasına 50 dakika olduğunu öğrendim. Karnım acıkmıştı ben de Migros’a gittim bir kaç tane abur cubur aldım. Onları yedikten sonra yanıma bir abi oturdu. Doğma büyüme Büyükadalıymış. Vapurun saatine kadar onunla muhabbet ettim. Sonrasında Vapura binerek Anadolu kıyısına doğru yola çıktım.
Büyükada gezimde şu da olsa güzel olurdu dediğim bir kaç şey oldu. Bunlar:
- Bir sevgilim olsaydı da onunla gezseydim çok daha fazla keyif alacağımı düşünüyorum.
- Rum Yetimhanesi de Büyükada’daymış. Aya Yorgi Kilisesi’nin olduğu tepeden görmüştüm ama ben orayı Heybeli Ada’da sandığımdan orası Heybeli Ada diye düşündüm.
- Ormanın içerisindeki toprak yollar kapatılmıştı. Daha fazla yürümem gerekecekti ama tam anlamıyla bir doğa gezisi yapmak istiyordum. Kısaca adanın iç tarafındaki orman yollarında yürüyemediğim için üzgünüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder